19 Nisan 2015 Pazar

REFLÜ NEDİR?

                     
                                           REFLÜ NEDİR?
Neredeyse herkesin şikayet etmeye başladığı reflü çok sık görülen ve ekşimelerle insanı çok rahatsız eden bir hastalıktır, yanmalar, hazımsızlık en belirgin özelliğidir. Yemeklerden sonra görülen bu belirtiler gerçekten de insan sağlığını ve yaşam kalitesini olumsuz etkiler. Bazen ağza kadar yükselen mide asitleridir bunun tek sebebi ve beslenme ile doğrudan ilintisi vardır. Toplumun % 15 ila 20 sinde görülen bu rahatsızlık kadınlarda daha yaygındır ama erkeklerde de yok değildir, çocuklarda bile görülen ve bazı yaşlıları oldukça fazla rahatsız eden bu sorunun dikkat edilerek ortadan kaldırılması mümkündür. Mide asitlerinin yol açtığı yanmalar yüzünden insanların omuzları ve kolları bile etkilenmektedir. Bazen de kalp krizi gibi kendini gösterir ve kolun büyük bir kısmını etkisi altına alır. Sizi uykunuzdan bile uyandıracak kadar yanmalarla karşılaşabilirsiniz, sırt üstü yatmak veya öne doğru eğilmek de bunun şiddetini arttırır.
Reflü belirtileri nelerdir?
Daha çok yemek sonrasında yanmalar sonucunda ağza kadar yükselen ve hoş olmayan bir tat bırakan ekşi sular insana hayatı zehir edecek boyutlardadır. Ağız kokusu, sık, sık ve aşırı geğirmeler, hıçkırık, şişkinlik hissi, kolay geçmeyen öksürükler diğer belirtiler arasındadır. Ses tellerinde nodül oluşmasına bile neden olabilir reflü. Yemek yemeye başlar başlamaz, midemiz bu yenilenleri sindirmek amacı ile asit üretmeye geçer. Yemek bittikten sonra da bu asitlerin bir kısmı taşarak yemek borusunu yakmaya ve tahriş etmeye başlar ki bu da reflü oluşması demektir. Bazen yemek borusu, bu asit taşmaları yüzünden kalıcı hasarlar alabilir. Yemek borusu aside karşı koyacak maddelerle kaplı değildir, midede ise zaten asitlere karşı koruma duvarı vardır ve en çok etkilenen yemek borusu olur. Aslında yemek borusu ile mide arasında yemek yerken her lokmanın geçişine izin veren ve bir kapı görevi gören mekanizma vardır ama her hangi bir sebepten dolayı bu mekanizma bozulursa asitler dışarı taşma eğilimi gösterirler.
Reflü neden olur?
Çok yemek, yemek ve yemekten hemen sonra yatmak reflüyü tetikleyen unsurlardır. Ameliyat olarak bu sıkıntısına son veren hastalar vardır ama her reflü için operasyon gerekmeyebilir. Hastanın yaşı da önemlidir, ne kadar genç ise o kadar ameliyatla iyileşme şansı artar. Çok sık görülen reflüler, yemek borusunda oluşan hasarın büyüklüğü de ameliyatı çabuklaştıran etkenler arasındadır. İlaç tedavisi uygulandığı halde bir türlü geçmeyen problemler sonrasında da ameliyat önerilmektedir. Laparaskopi ile yani kapalı diye bilinen yöntemlerle yapılan operasyonlar neticesinde hem hastalar ameliyatı çok daha çabuk ve kolay atlatırlar ve hem de başarı oranı yüksektir. Bu operasyonlardaki başarı oranı % 90 ile % 100 arasındadır ki oldukça yüksek bir orandır. Çok yemek yememek, yüksek bir yastıkta yatmak, çikolata ve sigaradan uzak durmak reflünün tetiklenmesini engelleyecektir.

TANSİYON?

                                       
                                                       TANSİYON?
Genelde pek çok insan tansiyonu olduğunu ve bundan rahatsızlık duyduğunu söyler ama sorulduğu zaman tansiyon ne demektir bilemez. Tansiyon damarlarda dolaşan kanın damar çeperlerine yani duvarlarına yaptığı basınçtır. Kısaca kan basıncı da denebilirtansiyon için, damar yolu ile tüm vücudu dolaşan kanın damarlara uyguladığı basınç tabiatı ile bütün vücudu etkiler. Genellikle bir kez baş gösterdi mi kurtulması zor veya imkansızdır, onunla yaşamayı öğrenmeniz gerekir. Tansiyonun ölçülebilen normal değerleri vardır ve bu değerlerin üstüne çıktığında veya altına düştüğünde sorunlar başlar. Büyük ve küçük olmak üzere tansiyon 2 kategoride ölçülür. Normal sağlıklı bir insandaki tansiyon değerleri en çok 14, en az da 9 olmalıdır, ideal tansiyon ise 11-7 olarak belirlenmiştir. Hipertansiyon dediğimiz yüksek kan basıncı küçük tansiyon ile doğrudan alakalıdır.
Tansiyon belirtileri nasıl anlaşılır?
Tansiyonun en belirgin özellikleri baş ağrısı, kulaklarda uğultu, baş dönmesi, sersemlik hissi ve bazı kişilerde kusmadır. Yukarıda saydığımız belirtiler hemen tansiyon hastası olduğunuz anlamına gelmez ama ölçerek bu değerlerin üstünde veya altında seyreden kan basıncınız var mı diye öğrenebilirsiniz. Doktorların kullandığı steteskoplu tansiyon aletleri en kaliteli ölçüm yapılacak aletlerdir ancak son yıllarda piyasalarda rahatlıkla bulabileceğiniz dijital ölçüm yapan tansiyon aletleri de vardır ve kan basıncını ölçmek bu aletlerle çok kolaydır. Teknoloji ilerledikçe tansiyon aletlerinde de yenilikler yapıldı, kolye şeklinde olan veya parmaktan bile kan basıncı değerlerini ölçebilen aletler geliştirildi. Tansiyon ölçeceğiniz zaman rahat ve oturur veya yatar bir pozisyonda ve dinlenmiş olmanız gerekir. Tansiyonun değişik değerlerde ölçülebildiği durumlar vardır, açlık, tokluk, aşırı yorgunluk, bir başka hastalık durumunda ve buna benzer etkenlerle ölçülen tansiyonların değerleri farklı olabilir. Tansiyon hastalığının neden oluştuğu konusunda uzmanlar net olarak bir şey söyleyemiyorlar ama genetik olması kuvvetle muhtemel.
Tansiyon neden etkilenir?
Kan, damarlar yolu ile bütün vücudu dolaştığı için, bu damarlara yapılan basınç her organı etkiler ve bazı hastalıkların tetiklenmesine neden olur. Kalp krizi bunlardan biridir, en önem verilmesi gereken hastalıklardan biridir tansiyon. Bahsettiğimiz şikayetlerden biri uzun süre yakanızı bırakmıyorsa hemen işin uzmanı olan bir doktora görünmelisiniz. Onun yapacağı değerlendirmeler ışığında tansiyon hastası olup olmadığınız anlaşılacaktır. Kronik rahatsızlıkların başında gelen tansiyon ilaç kullanımı ile kontrol altında tutulabilir. İlaçları aksatmamak, doktorun önerilerini harfiyen uygulamak ve fazla kilo almamak lazımdır. Ailesinde genetik olarak tansiyon hastalığı bulunanların potansiyel tansiyon hastası olabileceği düşünülünce onların çok daha dikkatli davranmalarında yarar vardır. En ufak bir şikayette doktor gözetiminde olmalısınız. Kendi başınıza alacağınız bazı önlemler de vardır ki bunların başında tuzsuz yemek gelir, tuzdan kesinlikle uzak durmalısınız. Spora yönelmeli, en azından basit egzersizleri hayatınızın bir parçası haline getirmelisiniz. Hiçbir şey yapamazsanız bile günde yarım saat yürüyerek bu sorunu ortadan kaldırabilirsiniz.

FLORANCE NİGHTİNGALE KİMDİR?

FLORANCE NİGHTİNGALE
3478_1
Modern hemşireliğin kurucusu ve temsilcisi olan Florence Nightingale, 1820 yılında İngilterenin Florence şehrinde doğmuştur.
Babası İngiltere de büyük arazilerin sahibi olarak, zengin ve şehrin ileri gelenlerinden idi. Florence, hastalara kötü muamelenin olduğunu ve bu durumu ortadan kaldırmak için hastabakıcı olmak istediğini ve bu durumu daha da ileri getirerek bunun bir meslek haline getirilmesi gerektiğini düşünmekteydi. Hastabakıcı olma isteğini ailesine bildirdiğinde, ailesinin hastabakıcılığa pis ve aşağı bir meslek olarak bakması, genelliklede bu işi daha çok yalnız ve fakir kızların yapması nedeni ile bu isteği ailesi tarafından kabul edilmemiştir.
Florence Nightingale, genç kızlık dönemine geldiğinde ise ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen, idealist karakteri gereği idealinin peşinden koşarak hemşire oldu. Bu alanda Almanya ya giderek hastabakıcılığı ve hastane yönetimi üzerine incelemeler yaptı.
1853 de Londra’daki hasta kadınların bakımı kurumuna yönetici olarak getirildi. 1853- 1856 yılları arasında olan Kırım Savaşında İngiliz ordusundaki yaralı askerlere bakmak üzere gönüllü hemşire ve rahibelerle İstanbul Selimiye’de kışlasında kurulan askeri hastaneye gönderildi. Yaptığı başarılı çalışmaları sonucunda yaralı askerlerdeki ölüm oranı hızla düşmüştür. Savaş sonrası döndüğü İngiltere de kurulan Ordu Sağlığı Kraliyet Komisyonunda görev almıştır.
3478_2
1860 yılında halkın verdiği bağışlar ile Nightingale Fonunu kullanarak ilk Nightingale hemşirelik okulunu kurdu. 12 Mayıs Nagtingale nin doğum günü olması nedeni ile her yıl 12 Mayısta başlayan haftalar tüm dünyada hemşirelik haftası olarak kutlanmaktadır. 1907 yılında ise Order Uf Merit liyakat ödülü ile ödüllendirildi. Hayatı boyunca bir çok başarıya imza atan Nightingale, 1910 yılında vefat etmiştir.

HEMŞİRELİK TANIM VE GÖREVLERİ

HEMŞİRELİK - TANIMI GÖREVLERİ

HEMŞİRELİK

TANIM

Bireyleri, hastalıklardan korunma yolları konusunda bilgilendiren, beden veya ruh sağlığının bozulması halinde hekim tarafından verilen tedaviyi uygulayan, hasta bakımını planlayan, uygulayan, denetleyen ve izleyen kişidir.

GÖREVLER

- Hastayı kabul eder ve muayeneye hazırlar,
- Hasta bakımını yaparken, solunum, beslenme, boşaltım, hareket ve uygun pozisyon, uyku, dinlenme, uygun giyim, temizlik vb. temel insan ihtiyaçlarını dikkate alır ve uygulama yapar,
- Acil durumlarda ilk yardım tedavisi yapar,
- Hasta için öngörülen tedaviyi uygular, takip eder ve düzenli olarak hastaya verilecek ilaçları temin eder, enjeksiyon yapar, serum takar, ameliyat yaralarını temizler, bandajlar, tansiyon ve vücut ısısını ölçer,
- Ameliyathanede fiziksel ortamı hazırlar, ameliyat ekibine yardımcı olur,
- Hastaların genel durumları hakkında yazılı rapor tutar,
- Ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması hizmetlerinin yürütülmesinde, insanların bulaşıcı hastalıklardan korunması ve istatistiki bilgilerin toplanması ve değerlendirilmesi gibi görevlerde bulunur.

KULLANILAN ALET VE MALZEMELER

- Tansiyon aleti, sıcaklık ölçer (derece), EKG aleti (kalp grafiği), monitör, oksijen tüpü ve çadırı,
- Enjektör, ilaçlar, solüsyon ve tüp, sonda,
- Pansuman aletleri ve malzemeleri,
- Aspiratör,
- Ameliyatta gerekli diğer malzemeler,
- Beden bakımında kullanılan küvet, havlu vb.

MESLEĞİN GEREKTİRDİĞİ ÖZELLİKLER

Hemşire olmak isteyenlerin;
- Üst düzeyde genel yeteneğe sahip,
- Biyolojiye ilgili ve bu alanda başarılı,
- İnsanlara yardım etmekten hoşlanan,
- Sorumluluk duygusu yüksek,
- Çabuk ve doğru karar verebilen,
- Tedbirli, tertipli,
- Şefkatli, sevecen,
- Bedence sağlıklı, dayanıklı ve soğukkanlı
kimseler olmaları gerekir.

ÇALIŞMA ORTAMI VE KOŞULLARI

Hemşireler resmi veya özel hastanelerde, dispanserler ve sağlık ocaklarında görev alabilirler. Çalışma ortamı genellikle temiz ve kapalıdır. Hemşireler çalışırken hastalarla, hasta yakınlarıyla, doktorlarla ve diğer sağlık personeliyle iletişim halindedirler ve görev yaptıkları sağlık kuruluşlarında belirlenen takvime göre nöbete kalmak veya vardiyalı çalışmak durumundadırlar.

ÇALIŞMA ALANLARI VE İŞ BULMA OLANAKLARI

- Hemşireler; üniversite bünyesinde bulunan hastanelerde, devlet hastanelerinde, Sosyal Sigortalar Kurumu’na bağlı hastanelerde, dispanserlerde, özel sağlık kurumlarında, çeşitli kurumların bünyesinde bulunan sağlık birimleri ve kreşlerde görev yaparlar.
- Meslekte işsiz kalma durumu hemen hemen yok denecek kadar azdır. Sağlık alanında en çok ihtiyaç duyulan meslek elemanıdır.

ATEROSKLEROZ

ATEROSKLEROZ NEDİR?  

İnsan ölümlerinin sebeplerine bakıldığında genel olarak dolaşım sistemi ile ilgili olduğu tespit edilmiştir. Bunun nedeni yaşa bağlı olarak damarlardaki elastikiyetin kaybolması ve damar duvarlarının kireçlenmesidir. Arter duvarında kalınlaşma ve lümende daralma görülür. Bu olaya arteriyoskleroz denir. 
Arteriyosklerozun 3 formu vardır. Bunlardan en sık karşılaşılan ve en önemli olanı aterosklerozdur. Peki, ateroskleroz tam olarak nedir?   Aterosklerozda damar duvarlarında aterom veya plak dediğimiz normal olmayan yapılar gelişir. Bu yapılar büyük ve orta boy arterlerin intima tabakasında görülür. Vücudumuzda en sık abdominal aorta, koroner arter, alt torasik aorta, aortik arterler ve Willis poligonunda( beyin damarları) görülür. Ateromlar yumuşak, sarımsı renkte içi lipit dolu olan plak şeklinde yapılardır. Acaba oluşan bu plak ne gibi patolojik sorunlara yol açar?
 Ya aterom yırtılarak içinden çıkan parçalar akıntıyla birlikte daha dar damarların tıkanmasına neden olacaktır ki; bu tıkanma kalbe gelen damarlardan birinde olursa yani kalbe gelen kan miktarı azalırsa, miyokard yeterli seviyede oksijenlenemez ve iskemi meydana gelir. Kalp tam beslenemediği için yeteri kadar kasılamaz. En çok korkulan olay ise koroner arterlerden hiçbirinin kalbin kanlanmasını yeterince sağlayamamasıdır. Böylece kalp kasılamaz ve vücuda kan gönderemez. Bu tablo miyokard infarktüsüdür. Ya da oluşan plak gittikçe büyüyerek lümeni tıkayabilir, burada zamanla pıhtılar oluşmaya başlar. Distal organlara kan akımı azalır ve iskemik hasara neden olur. Büyük arterlerde ateromlar media tabakasını zedeleyip damar duvarını zayıflatarak anevrizmaları oluştururlar. Bu anevrizmalar yırtılabilir. Bu da ciddi sonuçlar doğurur.          

 Genellikle özgün belirti vermeyen ateroskleroz; günümüzde henüz ciddiyetini koruyan bir hastalıktır. Dünyada en başta gelen ölüm nedenlerinden biridir. Birleşik Amerika ve Avrupa’da insanların yaklaşık yarısı aterosklerozdan ölmektedir. Türkiye’de de kalp ve damar hastalıklarından ölümler tüm ölümlerin %34’ünü oluşturur. Bu ölümlerin yaklaşık 2/3’ü miyokard infarktüsünden geri kalanı diğer organlarda oluşan hasarlardan kaynaklanır.   Aterosklerozun kesin nedenleri tam olarak bilinmemektedir. Ancak bazı koşullar, özellikler ve alışkanlıklar hastalığın gelişiminin seyrini değiştirir. Bu koşullar risk faktörleri olarak bilinir. Bu risk faktörlerinin bir kısmı yapısal ve bu nedenle değiştirilemez, bir kısmı ise kazanılmış ve kontrol edilebildiği için değiştirilebilir özelliktedir. Yapısal faktörler yaş, cinsiyet ve genetik olmakla birlikte, değiştirilebilir faktörler ise diyet yaşam biçimi ve kişisel alışkanlıklardır.
   Ateroskelerozda Risk faktörleri Nelerdir? 
   Yaş; önemli bir etkendir. Ateroskleroz genellikle arteriyal lezyonların organ hasarlarına yol orta yaş ve sonrasında daha çok görülür. 40 yaşından 60 yaşına kadar ateroskleroza bağlı oluşan miyokardiyal infarktüs insidansı 5 kat artar. Aterosklerozun orta yaşlı erişkinlerde daha yaygın olması gençlerde görülmeyeceği anlamına gelmez. Yapılan bazı otopsi sonuçlarına göre gençlerde de bu tip lezyonlara rastlanmıştır. Hatta doğumdan hemen sonra da gelişmeye başladığı yolunda görüşler de vardır.   Cinsiyet; Erkekler kadınlara göre 3-6 kat daha fazla ateroskleroza eğilimlidirler. Erkeklerde 55, kadınlarda ise 45 yaşından sonra risk faktörleri artar. Menopoz öncesi kadınlarda ateroskleroz son derece nadirdir. Kadınlarda östrojen ve öteki eşey hormonlarının ateroskleroza karşı koruyucu rolü olduğu düşünülmektedir. Menopoz sonrası ise iki cins arasında risk eşitlenir. Östrojen salgılarının azalması ateroskleroza bağlı hastalıkların insidansını artırır.    Kalıtımın ateroskleroz üzerinde etkileri tespit edilmiştir. Ateroskleroza neden olan bazı etkenlerin( hipertansiyon, diabetes mellitus) ailevi eğilim göstermesi kalıtımın aterosklerozla ilgili olduğunu düşündürmüştür. Ailesinde erken ateroskleroz gelişen kişilerde erken koroner ateroskleroz riski 12 kat daha fazladır.     Sigara iyi bilinen bir risk faktörüdür. Sigara: ·         Endotel fonksiyonunu bozar, ·         HDL seviyelerini düşürür, ·         Kolesterol seviyesini ve tansiyonu yükseltir. ·         Fibrinojen düzeylerini ve trombosit fonksiyonlarını artırır. ·         CRP düzeylerini artırır. Uzun yıllar boyunca günde bir paket sigara içenlerde İKH’den(iskemik kalp hastalığı) ölme riskinin %200 arttığı tespit edilmiştir. Sigaranın kesilmesi durumunda ise miyokard infarktüsü riskinin %65 azaldığı tespit edilmiştir.

ENDOKRİN SİSTEM

Endokrin Sistem

Endokrin sistem nedir?Endokrin sistem, iç salgı bezlerinin oluşturduğu bir sistemdir. İç salgı bezleri, hormon sentez ve salgısı yapan organlardır. Hormonlar, vücudumuzdaki değişik aktiviteleri kontrol eder.  Hormonların farklı tipleri, üreme, metabolizma, büyüme ve gelişmeyi kontrol eder. Hormonlar ayrıca çevremize verdiğimiz tepkiyi de kontrol eder ve vücudumuzun fonksiyonları için gerekli uygun miktarda enerji ve besini sağlamaya yardımcı olurlar.
Endokrin sistemi oluşturan salgı bezleri, hipotalamus, hipofiz, tiroid, paratiroid, pankreas, yumurtalıklar (kadında overler, erkekte testisler) ve böbreküstü bezleridir.
Endokrinoloji bölümü hangi hastalıklarla ilgilenir?Endokrinoloji, aşağıdaki hormon dengesizliği ve problemlerinin tanı ve tedavisi ile ilgilenir:
- Diyabet
- Tiroid hastalıkları
- Metabolik bozukluklar
- Hormonların fazla ya da az üretimi
- Menopoz
- Osteoporoz
- Hipertansiyon
- Yağ metabolizması ile ilgili hastalıklar
- İnfertilite (kısırlık)
- Büyüme geriliği (boy kısalığı)
- Salgı bezlerinin tümörleri
- Şişmanlık
D vitamini eksikliği ve kemik erimesiD vitamini eksikliği, erişkinde osteomalazi ve çocuklukta raşitizm denilen kemik mineralizasyon bozukluğuna neden olurlar. Bu hastalıklarda kemikteki kalsiyum miktarı, olması gerekenin altındadır.
Kemik erimesinden kastedilen ise osteoporoz denilen hastalıktır. Kadınlarda menopoz sonrasında ve erkeklerde testis fonksiyonlarının kaybı durumunda ve de bazen yaşlanmaya bağlı olarak kemik kırıkları riskleri artabilir.
Üreme/kısırlıkAdet düzensizlikleri, polikistik over sendromu (PKOS) ve impotansı (cinsel güçsüzlük) içerir.
Hipofiz beziHipofiz bezi, sıklıkla vücudun ana salgılayıcı bezi olarak isimlendirilir, çünkü diğer salgı bezlerinin kontrolü ondadır. Hipofiz bezi, bazı önemli hormonları üretir. Hipofiz hormonlarının fazlalığı ya da azlığı, kısırlık (infertilite), adet bozuklukları, büyüme bozuklukları (aşırı büyüme veya kısa boy), kortizol dengesizlikleri (şişmanlık veya zayıflık) ve prolaktin hormonu fazlalıklarına yol açabilir.

SİNDİRİM ORGANLARI

                                                 
                                                       SİNDİRİM ORGANLARI

Ağız : Besinlerin dişler yardımıyla koparılıp, çiğnenip parçalanarak ve tükürükle ıslatılarak yumuşatıldığı yerdir. Ağızda hem mekanik hem kimyasal sindirim gerçekleşir. Besinlerin mekanik sindirimi, dişler yardımı ile kesilip parçalanarak ve çiğneme ile gerçekleşir. Besinlerden sadece karbonhidratların kimyasal sindirimi ağızda başlar. Bu ise tükürük içinde bulunan tükürük salgısı (amilaz) sayesinde gerçekleşir. Dil ise lokmaları ağız içinde çevirir ve yutağa atar.

Yutak : Ağız boşluğundan sonra gelen kısımdır. Besinlerin ağızdan yemek borusuna iletilmesini sağlar. Ağız ve burun boşluğuyla, yemek ve soluk borusunun birleştiği bir kavşak gibidir. Yutma sırasında küçük dil soluk borusunu kapatarak besinlerin soluk borusuna kaçmasını engeller ve besinler yemek borusuna geçer. Bu sırada solunum kısa bir süre için durur. Yutakta mekanik ve kimyasal sindirim olmaz.

Yemek Borusu : Yutakla mide arasında yaklaşık 20 - 25 cm kadar uzunlukta düz kaslardan yapılmış bir organdır. Yemek borusu kaslarının kasılıp gevşemesi ile besinlerin mideye iletilmesini sağlar. Bu kasların ters yönde kasılması kusmaya neden olur. Yemek borusunda fiziksel veya kimyasal sindirim gerçekleşmez.

Mide : Besinler burada uzun süre bekletilir. Besinlerin mekanik sindirimi midenin kasılıp gevşeme hareketi ile; kimyasal sindirim ise mide özsuyu içinde bulunan mide asidi ve enzimler ile gerçekleştirilir. Böylece besinler parçalanarak küçük moleküller hâline getirilmiş olur. Proteinlerin kimyasal sindirimi midede başlar ve ince bağırsakta sonlanır.

İnce Bağırsak : Yetişkin insanlarda yaklaşık 6 - 8 m uzunluğundadır. Yağların kimyasal sindirimi ince bağırsakta başlar. İnce bağırsağa gelen safra, pakreas özsuyu ile yağların, karbon hidratların ve proteinlerin sindirimi tamamlanır. Besinler ince bağırsakta en küçük moleküllerine kadar parçalanır. Bu moleküllerin ince bağırsaktan kan damarlarına geçmesi olayına emilim adı verilir. ince bağırsak sindirim sistemimizin en uzun bölümüdür. İnce bağırsakların iç yüzeyi villüs adı verilen ince parmak şeklindeki çıkıntılarla kaplıdır. Emilim, villüslerde gerçekleşir. Villüsler ince bağırsaklardaki emilim yüzeyini artırır. İnce bağırsağın mideden sonra gelen başlangıç kısmına oniki parmak bağırsağı denir.

Kalın Bağırsak : Yaklaşık 1,5 m uzunluğundadır. Kalın bağırsak besinlerde kalan su, vitamin ve minerallerin emilerek kana geçirilmesini sağlar. Böylece yararlı maddelerin dışarı atılmasını önler. Besin maddelerinin parçalanmayan bölümleri olan atık maddeleri ise anüse doğru hareket ettirir. İnce bağırsakla kalın bağırsağın birleştiği yere kör bağırsak, kör bağırsağın ucundaki çıkıntıya apandis adı verilir.

Sindirim Sisteminin Yardımcı Organları

Sindirim Sisteminin Yardımcı Organları karaciğer ve pankreas organlarıdır. Bu organlar ürettikleri salgıları birer kanalla ince bağırsağa aktarır.
Karaciğer : Karın boşluğunda, midenin sağ üst kısmında yer alır. Karaciğer vücudumuzun kimya laboratuvarıdır. Karaciğer hücreleri safra adı verilen bir salgı üretir. Yağların kimyasal sindirimi için gerekli bir salgı olan safra, ince bağırsağa gönderilir.
Pankreas : Pankreas öz suyunu salgılar. Pankreas öz suyu proteinlerin, karbonhidratların ve yağların kimyasal sindirimini gerçekleştiren enzimler içerir. Hem sindirim enzimleri hem de hormon salgılayan karma bezdir. Ayrıca insülin ce glukagon hormonları salgılayarak kan şekerini ayarlar.

BOŞALTIM SİSTEMİ

        BOŞALTIM SISTEMI

Canlı vücudunda, hücrelerde meydana gelen canlılık olayları sonucu, zararlı maddeler oluşur. Bu zararlı maddelerin vücuttan uzaklaştırılmasına boşaltım, bunu gerçekleştiren sisteme de boşaltım sistemi denir.

1. İnsanda Boşaltım Organları
İnsanda boşaltım organları; böbrekler, idrar
Kanalı (üreter), idrar kesesi ve üretradır.
a. Böbrek
Böbrek, insanda bir çift olup, karın boşluğunun
arka tarafında ve bel hizasında yer alır. Böbreğin çukur kısmında, böbreğe kirli kanı taşıyan atardamar ve böbrekte süzülmüş kanı götüren toplardamar bulunur. Ayrıca böbreğin çukur kısmından idrar kanalı çıkar. Böbrek atardamarı böbreğe boşaltım maddeleri  taşır. Böbrek toplardamarı, böbrekten süzülen kanı taşır. Böbrek toplardamarı, içinde boşaltım maddeleri en az oranda bulunan damardır.
2. Boşaltıma Yardımcı Organlar
Akciğer, deri ve karaciğer boşaltıma yardımcı organlardır.
Akciğer: Solunum yoluyla karbondioksitin ve bir miktar su buharının atılmasını sağlar.
Deri: Terleme yoluyla vücuttan fazla su, mineraller
ve bazı toksinler dışarı atılır.
Karaciğer: Vücutta bazı zehirli maddeleri zehirsiz maddelere çevirerek boşaltım sisteminden atılmasını sağlar. Proteinin kullanılması sonucu açığa çıkan amonyağın parçalanmasını gerçekleştirir. Amonyak çok zehirli bir atıktır. Daha az zararlı olan üre ve ürik aside dönüştürülerek vücuttan atılır.  Böbrekte kanın süzüldüğü yapılara nefron denir. Kandan süzülen ve böbreklerden atılan süzüntüye idrar denir. Idrar içerisinde; üre, ürik asit, su, tuz ve mineraller bulunur. Üre ve ürik asit, karaciğerde amonyaktan oluşturulur. Böbrek üç bölümden oluşur:
Kabuk: Kanın süzüldüğü yerdir.
Öz Bölgesi: Süzüntü içinde bulunan bazı yararlı maddeler (glikoz, su, mineral) geri emilir.
Havuzcuk: Idrarın böbrekte toplandığı yerdir.
b. Idrar Kanalı (Idrar Borusu):Böbrekte süzülen atıkları idrar kesesine taşıyan kanaldır.
c. Idrar Kesesi: Böbrekte oluşan idrar, idrar kesesinde biriktirilir ve dışarı atılır.
ç. Üretra: Idrarın, idrar kesesinden dışarı atıldığı bir kanaldır.

    3. Boşaltım Sisteminin Sağlığı
     Böbreğin çalışmaması durumunda kanda biriken atıklar hayatı, tehlikeye sokar. Böbreği çalışmayan insanların kanı diyaliz makinesinden geçirilerek süzülür.
Üşütmek, temizliğe dikkat etmemek ve boğaz enfeksiyonları böbrek hastalıklarına sebep olabilir.
Böbreğin yapı birimi olan nefronların iltihaplanması nefrit hastalığına yol açar. Böbreklerde havuzcuk içinde minerallerin tortu oluşturmasıyla böbrek taşı meydana gelir. Aşırı tuzlu besinler alınması böbrek taşı oluşumuna sebep olabilir.
Boşaltım Sistemi Sağlığının Korunması Için;
— Bol sıvı alınmalıdır.
— Aşırı tuzlu ve baharatlı besinlerden kaçınılmalıdır.
— Alkol içilmemelidir.

— Boğaz enfeksiyonları, gecikmeden ve tam olarak tedavi edilmelidir.

MERKEZİ SİNİR SİSTEMİNİN GENEL YAPISI


                                        Merkezi Sinir Sisteminin Genel Yapısı 

İnsan merkezi sinir sistemi, evrende insanın bildiği en karmaşık biyolojik yapılanmadır. Milyarlarca sinir hücresi, bunların aralarındaki trilyonlarca bağlantı ve “yardımcı hücreler” olarak nitelenen glia hücreleri, sinir sisteminin ana yapısını oluşturur. Bu akıl almaz düzeydeki karmaşık yapı, bu günkü bilgilerimiz ışığında, tüm canlılık olaylarını ve davranışları düzenleyen bir ara-birim olarak görev yapar.
Sinir bilimleriyle uğraşan biri olarak, edindiğim her yeni bilginin beni garip bir hayret ve coşku içinde bırakması ve bilimin paylaşılarak büyüyeceğine olan inancımdan dolayı, konu ile yakından ilgili olmayanlar için, vücudumuzun yönetim merkezi konusundaki son bilgileri ve bunların muhtemel sonuçlarını elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım.
Bilginin gereksizi diye bir şeyin var olmadığına inanan bir insanım ve anlamanın temelinin, “nasıl anladığımızı anlayabilmek” olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmak için de, işimiz ve uğraşımız ne olursa olsun, bizi ilgilendiren her türlü bilgiyi, yani elimizden geldiğince her şeyi öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum. Özellikle de kendimizi…

SİNİR SİSTEMİMİZ
Sinir sistemini genel olarak, merkezi ve çevresel (periferik) sinir sistemi olarak iki kısma ayırmaktayız. Çevresel sistem, vücudun her yanından alınan duyu (tat, dokunma, görme, işitme, vücudun pozisyonu, ağrı, ısı, titreşim vb) bilgilerini merkeze taşıyan ve merkezden çıkan emirleri kas veya salgı bezi gibi ilgili yerlere götüren sinir kablolarından oluşur. Yani çevresel sinir sistemini (o kadar basit değilse de) bir veri taşıyıcısı olarak düşünebiliriz. Merkezi sinir sistemi ise, çevresel sinir sisteminden gelen verileri değerlendirip, ürettiği emirler aracılığıyla vücudumuzun yeni durumlara uyum sağlamasına yardımcı olur.
MERKEZİ SİNİR SİSTEMİNİN GENEL HATLARI
Merkezi sinir sistemi, yani beyin ve omurilik, üç katlı bir zar yapısı ile çevrelenmiş durumdadır. Bu zarlar dıştan içe doğru dura mater (sert zar), araknoid (örümceksi) zar ve pia mater (ince zar) olarak sıralanırlar. Bu üç kılıf, kesintisiz bir biçimde tüm merkezi sinir sistemini sarar ve çevresel sinir sisteminde de hafif yapı ve işlev değişiklikleri ile devamlılık gösterir.
Şekil 1. Beyni saran zar sistemleri ve kan beyin engeli.
Pia adlı zar ile araknoid zarın arasında içi sıvı dolu bir boşluk alan vardır. Araknoid zar bu boşluğa doğru ince uzantılar vererek adeta bir örümcek ağı yapısında bağlantılar oluşturur. Zara adını veren de zaten bu özelliktir. Araknoid zar, bu uzantıları aracılığıyla pia mater’e bağlanarak aradaki boşluğu (subarachnoid boşluk) doldurur (-sub eki, “altında” anlamındadır). Subaraknoid boşluk “beyin omurilik sıvısı” (BOS) denen bir sıvı ile doludur. Bu sıvı, sinir sistemi dokusunun beslenmesi ve atıklarının atılmasında hayati öneme sahiptir. Ayrıca, sinir sisteminin tamamını saran bu zar yapısı ve içindeki sıvı dolu bu bölmeler sayesinde, sinir sistemi bir bütün olarak sıvı içinde yüzer durumda bulunur ve böylece hem darbelere karşı emici bir tamponla korunmuş, hem de bu yumuşak ve nazik doku kendi ağırlığı dolayısıyla hasar görmesini engelleyecek bir yastık sistemiyle donatılmış durumdadır.
Beyni besleyecek olan kan damarlarının duvarları, damarlar beyin dokusunun içlerine doğru girerken, bir çeşit yapı değişikliğine uğrayarak, hiç bir maddenin kontrolsüz geçmesine izin vermeyecek özel bir yapı kazanırlar. Bu yapı, sinir hücrelerinin yardımcıları olan glia hücreleri ile dış kısımdan da desteklenerek, “kan beyin engeli” dediğimiz özel bir yapının oluşmasını sağlarlar (glialar ile ilgili bilgileri aşağıda bulacaksınız). Bu sayede çok hassas bir organ olan sinir sistemi, kandaki zararlı ve istenmeyen maddelerin taarruzundan da korunmuş olur (Şekil 1).
MERKEZİ SİNİR SİSTEMİNİN BÖLÜMLERİ 
(Merkezi Sinir Sisteminin Fizyolojik Anatomisi)
Sinir sistemimizin beyin ve omulikiten oluşan merkezi bölümü, yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir yapılanma gösterir. Nisbeten daha basit işlevler merkezi sinir sisteminin en alt bölümü olan omurilik tarafından yürütülürken, yukarılara çıktıkça (beyin sapı, beyincik, orta beyin, limbik sistem vs gibi) daha karmaşık işlevleri yürütmekle görevli bölgeler karşımıza çıkar. Şimdi en alt düzeyden başlayarak sinir sisteminin bölümleri ile kısaca tanışalım.
OMURİLİK (Medulla spinalis):
Merkezi sinir sistemi; kararların verildiği, etraftan gelen verilerin yorumlandığı, algılamanın ve diğer bütün zihni fonksiyonların yerine getirildiği bölgeleri içeren karmaşık bir işlevsel yapılar bütünüdür. Merkezi sinir sisteminin en “basit” kısmı, omurilik dediğimiz ve sırtımızdaki omur kemikleri arasında aşağıya doğru uzanan tüp şeklindeki yapıdır.
Şekil-2. Omuriliğin şematik görünümü (kesit). 1. Arka oluk; 2. Dura mater; 3. Araknoid zar; 4. Duyu sinirlerinin kökleri (arka kök; radix posterior); 5. Arka kök gangliyonu (duyu hücrelerinin gövdeleri burada bulunur); 6. Spinal sinirler (vücuda dağılan motor sinirler ve vücuttan duyu getiren duyu sinirleri); 7. Motor sinirlerin kökleri (ön kök; radix anterior); 8. Subaraknoid boşluk (Beyin-omurilik sıvısı ile doludur); 9. Pia mater
Omurilik, etraftan gelen bilgilerin merkezi sinir sistemine girdiği ve merkezden gelen emirlerin çevresel sisteme aktarıldığı yerdir. Aynı zamanda, refleks dediğimiz, ani ve istemsiz hareketler de, bu organ tarafından kontrol edilir. Omurilik temel olarak, orta kısmında ince ve boylu boyunca bir kanal; kanalın etrafında, eninde kesildiğinde kelebek gibi görünen bir gri madde; ve bunun etrafında ise beyaz madde kütlesinden oluşan, tüp şeklinde bir yapıdır. Ortadaki kanal, beynin içinde bulunan, ventrikül (karıncık) adı verilen ve besleyici bir sıvı olan beyin omurilik sıvısı (BOS) ile dolu olan boşlukların, omurilik içindeki devamıdır ve aynı sıvıyla doludur. Kanalın etrafında bulunan gri madde, esas olarak sinir hücrelerinin gövde kısımlarını içerir. Buradaki sinir hücreleri, çevresel sinir sisteminden gelen ve merkezden dışarıya gönderilen verileri değerlendirilerek, nereye ve ne şekilde gönderileceklerini belirleyen karmaşık elektriksel devreler oluştururlar.
Şekil 3. Omuriliğin şematik kesiti. İç tarafta hücre gövdelerini içeren gri madde; dış kısımda ise hücre uzantılarını içeren ak madde bulunmaktadır. 1. Gri maddenin ön boynuzu (cornu anterior); 2. Gri maddenin arka boynuzu (cornu posterior); Gri bağlantı bölgesi (commisura grisea); Ak maddenin ön bölümü (funiculus anterior); 5. Ak maddenin yan bölümü (funiculus lateralis); 6. Ak maddenin arka bölümü (funiculus posterior); 7. Ak madde ön bağlantı bölgesi (commisura alba anterior); 8. Dikey ön oluk (fissura mediana anterior); 9. Arka oluk (sucus medianus posterior); 10. Merkezi kanal (canalis centralis); 11. Motor sinirler (ön kök; radix anterior); 12. Duyu sinirleri (arka kök; radiz posterior); 13. Arka kök ganglionu
Bu fonksiyonu anlamak için basit bir örnek verelim: Diyelim ki elimizde bir dondurma var ve bunu ağzımıza götürüp yemek istiyoruz. Bunun için, kolumuzu ağzımıza doğru bükmemiz gerekiyor. Biz bu kararı beynimizde verdikten hemen sonra, beynimizden, kolumuzu bükecek olan pazu kaslarına doğru bir kasılma sinyali gönderilir. Fakat bu sinyal, kola gelmeden önce, omurilikteki sinir hücrelerine aktarılır. Burada, yani omurilikte bulunan elektriksel devreler, bu sinyali alarak birkaç iş yaparlar. Öncelikle, pazu kaslarına bir uyarı gönderirler. Ama bu arada, kolun bükülebilmesi için, kolu açmaya, yani ağızdan uzaklaştırmaya yarayan arka kol kaslarının da gevşemesi gerekir. İşte, omurilikteki devreler, pazu kaslarına “kasıl” emrini gönderirken, aynı zamanda, kolu açan kaslara kasılma emri veren omurilik hücrelerine de “dur” emri verirler. Dolayısıyla kolumuz, ağzımıza doğru yaklaştırılmış olur. Bu sırada, dondurmayı tam ağzımıza isabet ettirebilmemiz için, kaslardaki durum duyusu (proprioception) algılayıcı algaçlardan merkeze gönderilen uyarılar başta olmak üzere, bir çok ek işlev devreye girmelidir. Kolun ne kadar büküldüğü ve ne kadar daha bükülmesi gerektiği her an bu bilgilerle düzenlenir. Bu karmaşık ağın tam olarak eksiksiz çalışabilmesi halinde, dondurma yeme işlemimizi normal bir biçimde tamamlayabiliriz.
Refleks dediğimiz ani hareketler de, yine omurilik içindeki benzer devreler aracılığıyla, şuursuz ve hızlı bir biçimde cereyan ederler. Şuursuzdur çünkü, hareket kararı beyinden değil, omurilikten gelir; ve hızlıdır, çünkü, beyine gidip geri dönmeye oranla çok daha kısa bir yol izler. Eğer bu mekanizma omurilikten değil de beyinden yönetilseydi, yanlışlıkla bir sobaya dokunduğumuz zaman, elimizi ancak belki de ciddi biçimde yandıktan sonra oradan çekebilecektik!
Refleks yayı: Refleks olarak meydana gelen bir hareketin gerçekleşmesi için gerekli olan tüm yapı bileşenlerine refleks yayı adı verilir.
Şekil 4. Reflks yayının bileşenleri
Elimize bir iğne battığında kendiliğinden hızla elimizi çekeriz. Bu hareket aşağıdaki refleks yayı elemanlarının sırasıyla devreye girmesi sonucu milisaniyeler içinde gerçekleştirilen ve ancak gerçekleştikten sonra farkına varabildiğimiz otomatik bir hadisedir.
1. Alıcı (reseptör): Refleks olayını tetikleyen bir uyaranı algılamak için uygun bir reseptörümüzün olması gerekir (örneğimizde, parmağa iğne battığı zaman derideki ağrı reseptörleri bu batmayı elektirk sinyallerine dönüştürerek sinirlere ileten algılayıcılar olarak görev yapar).
2. Duyu siniri: Reseptörlerden gelen sinyalleri merkezi sinir sistemine (omuriliğe) aktaran sinirlerdir. Bu sinirlerin gövdeleri omurliğin arka-dış kısmındaki arka kök ganglionunda bulunurken, alıcı uzantıları vücudun uzak bölgelerine (örneğin parmak uçlarımıza) kadar uzanır.
3. Merkezi işleme (central processing): Duyu sinirlerinin omuriliğin içlerine kadar giden uzantıları sayesinde ağrı sinyali omurliğin gri maddesine iletilir. Burada, gelen duyusal sinyalin gediği yere göre, doğuştan hazır bulunan bağlantılar sayesinde, uyarı sinirden sinire aktarılarak gerekli cevap hazırlanır. Bu sinyal bazen doğrudan etkiyi yapacak olan motor sinire aktarılabilirken, bazen de öncelikle ara nöronlar denen küçük sinir hücreleri üzerinden aktarılarak daha karmaşık ama biraz daha yavaş yollar da takip edebilir.
4. Motor sinirler: Omurlikteki devrelerden çıkan davranışsal sonuç, bu sinirler aracılığıyla, duyunun geldiği yere bağlı olarak, icra organına gönderilir. Örneğimiz parmağa iğne batması olduğuna göre, buradaki motor sinirler, özellikle kolumuzu bükerek ağrılı etkenden uzaklaştırmaya yarayacak olan sinirlerdir (örneğin, pazu kaslarının sinirleri gibi).
5. İcra organı: Refleks hareketin tamamlanması için bir “doku yanıtı”nın oluşturulması gerekir. Sinirlerle kaslara gönderilen emirler, hedef dokular tarafından icra edildiğinde, buna doku yanıtı adı verilir. Örneğimizdeki doku yanıtı, kolu büken kasların kasılmasıdır ve icra organı da kolumuzu büken kaslardır.
Bu basit örnek, temel bir refleks devresinin nasıl çalıştığını oldukça basit bir biçimde gösteriyor. Fakat vücudumuzdaki tüm refleksler bu kadar basit değildir. Şuursuzca cereyan etse bile, beynimizdeki bazı bölgelerin işe karıştığı bazı refleksler de vardır ki, bunlar oldukça karmaşık yollar izlerler. Bebekli annelerden sütün salgılanması veya sinirlenince yüzümüzün kızarması gibi olaylar da reflekstir ve bunlarla ilgili daha ayrıntılı bilgileri ileride bulabilirsiniz.
BEYİN SAPI:
Merkezi sinir sisteminin ikinci kısmı, beyin sapı olarak adlandırdığımız bölümdür. Bu yapı, bir çok alt birimden oluşan ve omuriliğe göre daha karmaşık hücre bağlantıları içeren bir yerdir. Anatomik olarak, omurilikle beyini birbirine bağlayan bir köprü gibidir. Bu bölge, temel hayati fonksiyonların yürütülebilmesi için vazgeçilmez öneme sahiptir. Nefes alıp verme, kanın damarlarda dolaşması, kalbin atım düzeni, uyku ve uyanıklık, dikkat ve bunun gibi bir çok önemli etkinlik, beyin sapı dediğimiz bu bölgeden kontrol edilir.

Şekil 5. Beynin enine kesitinde beyin sapı denen bölgenin bir beyin maketindeki görüntüsü (dörtgen içindeki bölge).
Beyin Sapının Bölümleri:
Bulbus (medulla oblongata): Halk arasında “omurilik soğanı” denen bölge buraya karşılık gelir. Omuriliği yukarı doğru takip ettiğimizde beynin hemen altında şişkince bir biçimde sonlandığını görürüz ki, bu bölge bulbus bölgesidir (Şekil 6). Bulbus, temel yaşamsal işlevlerin kontrol edildiği bir bölgedir. Burada temel solunum ritimleri, kan basıncı refleksleri, kalp hızı refleksleri, yutma ve kusma merkezleri gibi önemli merkezler yer alır. Vücudumuzun içinden gelen duyuların büyük bir kısmı da burada algılanır. Burada olan bütün işler normal koşullarda şuurlu müdahalemizin dışındadır (bazı zihinsel eğitim disiplinleri ile bu bölgedeki işlevlerin kısmen kontrol altına alınabildiği de bilinmektedir).
Pons: Adı latince “köprü” anlamına gelen pons, yine bulbus gibi bir çok hayati bölgesi içerir (Şekil 6). Kafa ve boyun bölgesini ilgilendiren işlevleri yürüten kafa sinirleri dediğimiz özel sinirlerin çekirdekleri (kontrol merkezleri) burada bulunur. Yine burada, kan basıncı, solunum, kalp hızı gibi temel işlevlerin kontrol edildiği bölgeler yerleşmiştir. Pons ayrıca, hareket sistemimizin önemli bir parçası olan beyincik (cerebellum) ile beyni ve omurliği birbirine bağlayan çok önemli yollar içerir.
Şekil 6. Merkezi sinir sisteminin önemli bölümleri. Bazı bölgeler birbirinden ayrılarak şematik olarak gösterilmiştir.
RETİKÜLER FORMASYON ve
RETİKÜLER AKTİVE EDİCİ SİSTEM:
Beyin sapı dediğimiz bölgeyi oluşturan yapıların iç kısmında, birbirleri ile yoğun bağlantılar yapan çok sayıda hücrenin oluşturduğu ve birbirine bağlı bir çok işlevsel bölgeden oluşan yapıya retiküler formasyon adı verilir. Retiküler formasyon terimini Türkçe’ye “ağsı oluşum” şeklinde çevirebiliriz (retikulum sözcüğü Latince’de ağ-şebeke anlamlarına gelir).
Retiküler formasyon, beyin sağının neredeyse tümünü kaplayan bir yapı olduğundan, beyne gönderilen neredeyse bütün duyu bilgisinin de uğramak durumunda olduğu bir yerdir. Tüm duyu organlarımızdan gelen sinirler, beyinde gitmeleri gereken ilgili bölgelere uğramadan önce retiküler formasyon hücrelerinin bulunduğu yerlerden geçerler ve buradaki hücrelere çeşitli dallar verek özel bağlantılar yaparlar. Retiküler formasyon ayrıca beynimizin uyanıklığını düzenleyen, öğrenme ve hafıza işlemlerinin sağlıklı olarak sürdürülmesini sağlayan ve beynin neredeyse tüm işlevlerini düzenleyerek onun amaca uygun bir şekilde çalışmasını sağlayan farklı bölgeler de içerir.
Retiküler formasyonun en önemli işlevlerinden birisi, bilinçli algılamadan sorumlu olan beyin kabuğumuzu (korteksi) “uyanık” durumda tutmaktır. Uyanıklığa bağlı tüm işlevler de (dikkat, konsatrasyon, öğrenme, uyaranlara cevap verme gibi) dolayısıyla retiküler formasyonun bu uyanık tutucu işlevine bağlıdır. İşte retüküler formasyondaki hücrelerin tüm beyine dağılan ve onu uyanık tutmak için farklı sinyaller taşıyan tüm uzantılarına “retiküler aktive edici sistem” adı verilir.
Şekil-7. Retiküler formasyonun beyindeki yerleşimi ve uzantılarının dağılımı. Beyne giden tüm duyuların retiküler formasyona uğradığına ve retiküler formasyonun hücre uzantılarının tüm beyne dağıldığına dikkat ediniz.
Uyku-uyanıklık döngümüzün sürdürülmesinde retiküler aktive edici sistem birinci düzeyde rol oynar. Normalde sabah saatlerinde uykudan uyanıklığa geçmemiz, buradaki hücrelerin tüm beyin kabuğuna uyarıcı sinyaller göndermeye başlamasıyla gerçekleşir. Gece saatlerinde (veya uykunun bastırdığı diğer zamanlarda) ise retiküler formasyon hücreleri beyne gönderdikleri uyaranları azalttıklarından, beyin kabuğunun uyanıklık düzeyi azalır ve uykuya geçiş aşaması başlar.
Duyu yollarının retküler formasyon ile bağlantı yapması ise, hepimizin tecrübe etmiş olduğu gibi, duyu uyaranları ile beynin uyanıklığının artırılmasının temel nedenidir. Hafif uyku durumunda görme alanımızda meydana gelen beklenmedik bir hareket bile uyku durumundan uyanıklığa geçmemize neden olabilmektedir. Zira beklenmeyen bu görsel sinyal, gözdeki özel hücreler tarafından beyne iletilmeden önce retiküler fomasyonun ilgili hücrelerine sinyaller verir. Bu sinyaller sonucunda da retiküler fomasyon, beynin uyanıklığını artıracak bir dizi sinyal oluşturarak ilgili beyin alanlarına gönderir. Yahut uyku sırasında ses ve dokunma uyaranları ile uyandırılabildiğimizi biliriz. Bu da yine, belli bir eşik değerden yüksek uyarıların retiküler fomasyonda, beyni uyandırıcı bazı sinyallerin oluşmasını sağlamalarından dolayıdır. Bu “eşik” değerler kişiden kişiye farklı olduğundan dolayı insanların uyanmak için ihtiyaç duydukları uyaran şiddetleri de farklıdır. Kafein gibi uyarıcı maddeler de yine buradaki hücrelerin beyin kabuğu üzerine olan etkilerini artırarak ilev görürler.
İleriki bölümlerde değinileceği gibi, bu uyanıklık işlevinde talamusun da önemli rolü bulunmaktadır.
Beyin Sapının Düzenleyici Sistemleri (Nöromodülatör Sistemler)
Retiküler formasyon içerisinde üst beyin işlevlerinin düzgün yürümesini sağlayan bazı düzenleyici bölgeler bulunur. Bunlara (çok geniş bölgeleri etkileyerek düzenleyici bir işlev yaptıkları için) nöromodülatör sistemler (yahut Türkçe söylersek, sinirsel düzenleyici sistemler) adı verilir.
Beyin sapı düzenleyici sistemlerinden en önemlileri; Norepinefrin sistemi, Dopamin sistemi, Serotonin sistemi ve Asetikolin sistemidir.

KALP NEDİR? GÖREVİ NEDİR?

                                                KALP?
Kalp göğsün ortasında yer alan, kaslardan oluşan bir organdır. Yaygın yanlışın tersine, göğsün sol yanında değil, göğsün orta çizgisi üzerine, biraz solda kalacak biçimde yerleşmiştir. Ağılığı erkeklerde 340 gr kadar, kadınlarda ise biraz daha azdır.
Kalbin sağ kenarı, göğüs kemiğinin sağ yanının arkasına rastlar; kemiğin soluna doğru, ucu sol memenin hemen altığına rastlayan bir üçgen biçiminde uzar. Kalp atışlarının kolayca duyulduğu bu uç noktaya tıp dilinde “apeks” (tepe) denir.
Kalbin görevi
Kalbin görevi, iki ayrı dolaşım sistemine kan pompalamaktır. Kanı önce bedenin başlıca atardamarı olan aorta, oran da öteki atardamarla pompaları.
Kan, organları ve dokuları dolaşıp oksijenini bıraktıktan sonra, toplardamar ile kalbe geri döner; kalbin ikinci dolaşımına girerek yeniden oksijen almak için akciğerlere pompalanır ve oksijenle yüklenmiş olarak kalbe geri gelir.
Kanın akciğerlere gidip gelmesine “küçük dolaşım” (pulmoner dolaşım); bedene dağılmasına ise “büyük dolaşım” (sistemik kan dolaşımı) adı verilir. Kanı kalpten organlara atardamarlar taşır, toplardamarlar da geri getirir.
Kalbin yapısı
kalp2Kalbin pompalama görevini dört ayrı bölüm gerçekleştirir. Bu bölümler, sıkıştıkları zaman kanı ileri iten kaslardan odacıklardır. Her odacığın çevresindeki kas kalınlığı, bölümün görevine göre değişir. Kasın en kalın olduğu yer, pompalama işleminin büyük bölümünü üstlenen sol karıncık duvardır.
Toplardamarlardan gelen kan kalbin iki yanındaki ince duvarlı kulakçıklara dolar. Bunları kanı aradaki kapakçıktan daha kalın kas yapısına sahip karıncıklara, karıncıklar da a
tardamara pompalar.
Kulakçıklar karıncıkların üstünde, arkada yer alırlar, iki kulakçık ile karıncık arasında, karıncıklar arası ve kulakçıklar arası bölme yer alır.
Kalbin çalışması
Akciğerlerde oksijen yüklenen kan akciğer toplardamarlarından geçerek kalbin sol karıncığına ulaşır. Sol kulakçık kasılarak kanı mitral(ikili) kapaktan geçip sol karıncığa dolmaya zorlar.
Sol karıncık kasılmaya başlayınca mitral kapak da kapanır ve kan aort kapağından aorta geçerek bedene dağılır ve dokulara oksijen taşır.
Oksijenini bırakan kan, gövdeden alt ana toplardamar, baştan ise üst ana toplardamar adındaki büyük toplardamarlar ile kalbe geri döner ve sağ kulakçığa ulaşır, kulakçık kasılınca triküpid(üçlü ) kapaktan sağ karıncığa geçer.
Sağ karıncığın kasılması kanı damar ağzındaki kapaktan ileri iterek akciğer atardamarlarıyla akciğere gönderir. Yeniden oksijen yüklenen kan akciğer toplardamarlarına geçerek kalbe döner (önce sol kulakçığa oradan sol karıncığa) ve çevrem yeniden başlar.
Kapaklar:
Akciğer atardamarı girişindeki kapak ile aort kapağının yapıları birbirine benzer. Bunları oluşturan sarı-beyaz renkli üç ince zar, kanın akışı yönünden açılır, ama ardından başlangıçtaki durumuna dönerek kanın geri akmasını engeller.
Mitral kapak ile triküspidkapak (ilki sol karıncıkla sol kulakçık arasında, ikincisi sağ karıncıkla sağ kulakçık arasında) da benzeşir, ama bunların yapıları daha karmaşıktır. Mitral kapak iki, triküspid kapak da üç parçadan oluşur.
Kapak parçalarından karıncığın çevresindeki kaslara uzanan lifler “chordae tendineae” olarak adlandırılır. Karıncığın her kasılmasında karıncık kası bu lifleri de gererek kapakların kapanmasını sağlar ve kanın kulakçığa geri sızmasını engeller.
Zamanlama sistemi
Kalbin her vuruşunda iki kulakçık birden kasılarak karıncılara kan pompalar. Bunu, karıncıkların birlikte kasılması izler.
Bu kasılmalar dizisini çok karmaşık bir elektriksel zamanlama sistemi düzenler.
Kalbin çalışmasını denetleyen asıl nokta, sağ kulakçığın üstünde yer alan ve “sino-atrial düğüm” adı verilen odaktır. Buradan yayılan elektriksel uyarı kulakçıklara ulaştığında onların kasılmasına neden olur. Kulakçıklarla karıncıkların birleştiği noktada ise atrioventriküler düğüm bulur.
Kasılma uyarısı burada hafif bir gecikmeye uğradıktan sonra “his demeti” adı verilen iletken lif demeti boyunca önce karıncıklar arası bölmeye, sonra da karıncıklara yayılıp, kasılmalarını sağlar.